28 Ekim 2010

Caracas

7 Ekim 2010

Caracas'da ilk gün!


Daha evden çıkmadan Caracas (+Venezuela) ile ilgili öğrenilen bilgiler:
-          Dünyanın en tehlikeli şehri olduğu iddia ediliyor..
-          Bütün evlerde aşırı bir güvenlik önlemi var, apartman bahçelerindeki metrelerce uzun demir teller yetmiyor, üzerlerindeki elektrikli teller de yetmiyor, insanlar 17’inci katta otursalar dahi bütün camlarına demir tel taktırabiliyorlar.. Evlerin kapısında da bir tane daha demir kapı olduğunu söylemeye gerek yok heralde.. Öyle bir paranoyaklaşmış ki halk, komşusundan bile korkar olmuş..
-          Burada 3 tane resmi kur varmış. Sağlık ve gıda ürünleri için 1 dolar 2,6 bolivar ederken, diğer bir çok işlemde 1 dolara 4,3 bolivar alabiliyorsunuz. Merkez bankasından nakit para almak isterseniz ise 5,3 bolivara kadar çıkabiliyor. Ve bu kadarla da kalmıyor, karaborsada dolarınızı 8,5 bolivara bile bozabiliyorsunuz..

Uyanıp, önce bir kendimizi dürttük, oldu mu şimdi gerçekten geldik mi sonunda? Sonrasında hemen hazırlanıp, kafamızda yukarıdaki maddeleri öğrenmiş olmanın yarattığı birçok soru işareti ve büyük merakla sokaklara düştük. Carlos’tan aldığımız 50 bolivar borçla tüm günü geçirmek ve akşamında Carlos’la Altamira’da onun katılacağı Budizm Toplantısı’nda buluşmak üzere süper güvenlikli binamızdan çıktık. Yürüyelim istedik. Sağa sola bakalım, düşünelim, dinleyelim, koklayalım istedik. Tehlikeyse bir tartalım, sıcaksa bir terleyelim istedik.

Çıktığımız gibi sokakta bir sürü satıcı gördük. Tekli sakız, termosundan kahve, tek tek sigara, iğne iplik, hatta elinde telefon, telefon görüşmesi satanlar gördük. Kocaman kocaman jeep'ler, eski amerikan arabaları gördük. Herkesin elinde blackberry gördük, fakirliklerinin yanı sıra. Tüm binalarda ciddi bir güvenlik gördük. Gülümseyen insanlar gördük, bizi görüp şaşıran insanlar gördük. Kısacası gördük de gördük, ama Venezuela’nın şu ünlü güzel kızlarını göremedik!
Sokaktaki arabasında Perro Caliente (Hot Dog) satan birinden 8’er bolivara kahvaltı ettik. Altamira isimli bir semte ulaşıp parklarda oturduk, en susadığımız anda özel bir parkın kenarında beleşinden buz gibi su bulduk.



İki dilim pizza + içeceğe 20 bolivar verip doyarken kaldırımdan geçenlere baktık, düşündük. Sonrasında da bizim merkezimiz olan Chacaito’ya dek yürüdük. Yürürken karşımıza eylem yapan bir grup çıktı. Kimdir nedir diye sorarken sokakta dondurma satan seyyar satıcıların eylemi olduğunu öğrendik, gülümsedik. Hava kararıyor, eve dönelim derken köşede bir dönerci dükkanı gördük ve sorduk: "Türk var mı burda Türk?” Cevap geldi: “Vardı, öldü.” Ve işte Caracas maceramıza şekil veren süper insan İbrahim’le karşılaştık. Hemen birer dürüm sardı ve ikram ettiği máltin isimli pekmez suları eşliğinde sohbete başladık.

Ertesi gün de sohbete devam edeceğimizi anlayıp karanlığın basmasından tırsınca süper sıkışık ama süper klimalı ve süper hızlı (istasyondan çıkmadan hızı en az 60km’ye ulaşıyor ve biri gittikten 2 dakika sonra diğeri geliyor) Caracas metrosuyla evimize döndük. Evin önünde bizim Türk usülü kurulan pazardan bir ananas, iki avokado satın aldık. Carlos’un bayık muhabbetinden kaçarak yatağımıza uzandık.

8 Ekim 2010 Cuma

İbrahim’in tanıştırmak istediği Pınar’la akşam 5’de randevumuz olduğundan ve Türkiye’yle iletişim kurma gereğinden dolayı evde kalıp tembellik yaptık. Sabah kahvaltısı olarak zar zor kesmeyi başardığımız ananası yiyip skype sayesinde aileleri rahatlattıktan sonra, akşama doğru evden çıkıp İbrahim’in dükkana gittik. 

Pınar’la tanıştık ve Venezuela biralarını tatmak üzere bir sokak café’sine oturduk. Burada halktan çok polisten korkmamız gerektiğini öğrendik. Polis, turisti çevirip parasını bildiğin gasp edip salıyormuş ve sıkıntı çıkarırsan üstünde uyuşturucu bulduğunu iddia edip atıyormuş içeri. Bunun dışında güzel kızların devletin himayesinde okutulduğunu, büyütüldüğünü öğrendik. Tehlikenin o kadar da fena olmadığını, insanların duruma iyice paranoyak bir şekilde yaklaştıklarını öğrendik.

Gece geç olmadan evimize aynen tıpış tıpış (sürekli arkamızı kollayaraktan) döndük.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Şehri okyanusla ayıran 2500 metrelik dağın üzerinde bulunan El Ávila Milli Parkı'na gitmek üzere evden çıktık. İbrahim’in her zamanki kahvecisinden kahvelerimizi içtik. Bu tatlı amca Venezuela’da içtiğimiz en güzel kahveleri yapıyor ve de iki çocuğu ve eşini evde yaptığı kahvelerini bir termosa doldurup sokakta sataraktan rahatça geçindirebiliyor.

Tavsiye üzerine birer adet Cachapa (mısırdan yapılma bir ekmek içine peynir ve jambon) yedik ve kamyonetten bozma bir otobüsle teleferiğe gittik.



2200 metreye tırmanan teleferikle yol alırken doğa bizi hayrete düşürdü. Bizim alışık olduğumuz dağların aksine, burada bir metre kare kurak alan bile bulmak imkansız. Sanki ağaçlar birbiriyle yarışırcasına güneşe ulaşmaya çalışıyorlar. Sonunda Caracas’ı tepeden seyrede seyrede El Ávila’ya ulaştık. Anlaşılan kısmen parası olan Caracas’lılar haftasonlarını burada geçiriyorlarmış. 



Öncelikle, kendimizi Caracas'ta hiç hissetmediğimiz kadar güvende ve rahat hissedebildik. Yüksekliğinden dolayı hava serinceydi ama şehrin gürültü ve dumanından kurtulmak için birebir. Sokak tiyatrosu yapanlar, portre çizenler, dans gösterileri yapan minik kızlar ise haftasonu eğlencelerinin klasik bir parçası gibi. 


Öğlen yemeğinde Venezuela’nın en temel yemeği olan ve herkesin yememizi tavsiye ettiği Arepa’yı yedik. Arepa da Cachapa gibi mısırdan yapılmış bir ekmek (tadları farklı), içine de çeşit çeşit malzeme konabiliyor. Ama buradaki Arepanın özelliği ise Sosyalist Arepa olması! Chavez, şehrin bazı yerlerinde “Arepa socialista” adı altında yerler açmış. Burada geleneksel yemekleri olan Arepa’yı, diğer yerlerdeki gibi 20 bolivara değil, sadece 7,5 bolivara satıyor. 7,5 bolivarın her kuruşunun ne için olduğunu açıklıyor, üzerine de hiç komisyon almıyoruz diyor. “Sosyalist bir ülke olmayı başarırsak bütün fiyatlarımız böyle olacak, iş yerlerinin sizi kazıklamasına izin vermeyin” demeyi de unutmuyor.



Arepalarımızı yedikten sonra dönüş yoluna tam geçmeye hazırlanırken günün (en azından Selin için) en heyecanlı olayı gerçekleşti. 



Çevre günü için televizyonda “Camera Verde” (yeşil kamera) adlı bir program yayınlanacakmış, ve bir çok insana doğayı korumak adına belli cümleler söyletiyorlar. Selin’den de bir cümle söylemesini istediler, o da söylemesi en basit olan cümleyi seçip kırık ispanyolcasıyla “abre la nevara solo cuando lo necesitas” yani “buzdolabını sadece ihtiyacınız olduğu zaman açın” dedi.



Bu heyecan da bittikten sonra Caracas’a ordan da tabii ki İbrahim’e uğrayaraktan eve döndük.

 10 Ekim 2010 Pazar

Güney Amerika’daki ilk pazarımızı, İbrahim’in arkadaşı Ana’nın arabasıyla El Hatillo’da, Caracas'ın eski bir semtinde geçireceğiz. İbrahim'le Chacaito'daki dükkanının önünde sabah erkenden buluşup, eczaneden birkaç birşey alıp Ana’yla buluştuk ve bir benzin istasyonuna girdik. 



Yarısı boş olan depoyu pompacıdan doldurmasını isteyen Ana, sonrasında İbrahim’e dönüp bozukluk istedi. Biz durumu anlayamayıp benzine ortak olmalı mıyız diye düşünürken şu ana kadar duyduğumuz ama bünyemizin bir türlü kabul edemediği benzin fiyatının doğruluğunu kavradık. Evet 20 litre benzini neredeyse 2 bolivara almıştık. 1 doların 8 bolivar  ettiği düşünülürse fiyat pek bir garip. Kabaca bir hesapla 80 litre benzin 1 dolar ediyor.



Ana; tipik bir varlıklı Venezuela’lı. Süper keyifli, enerjik, tasasız ve Chavez karşıtı. Beraberce şehrin dışına doğru yol aldık ve El Hatillo’ya geldik. 



Bu kasaba rengarenk tek katlı evleriyle eski halini koruyan bir kasaba. Artık sadece turistik amaçlı kullanılan bu yerin dar sokaklarında dolaşıp hediyelik eşya satan dükkanlarına baktık. (Kimse henüz hediye ummasın daha çok yolumuz var!) Venezuela, Kolombiya, Peru, Ekvator ve Bolivya'yı İspanyol işgalinden kurtarıp bağımsızlıklarını kazandıran Simon Bolivar'ın heykeliyse her bir merkezin en güzel meydanında karşılıyor bizi.



Daha sonra Venezuela’lıların en sevdiği şeylerden biri olan alışveriş merkezlerinden birine gidip yemek yedik (meksika mutfağından) ve yolculuğumuzdaki ilk yağmurumuzla karşılaştık. 



Öyle ki bizi 1 saatten daha fazla bir süre alışveriş merkezinde mahsur bırakacak kadar hızlı ve yoğun bir yağmurdu kendisi. Çıkışta arabayla şehirde dolaştık, Ana’nın dalgınlığı sayesinde 3’er defa aynı sapağı kaçırdık, döndük dolaştık kısacası.



Akşamsa artık yavaştan bu şehirden ayrılıp Venezuela’nın güzel doğasıyla başbaşa kalma planlarıyla birlikte Carlos ve iki minik köpeğiyle Carlos'un pis mi pis evinde uyuya kaldık.

11, 12, 13, 14, 15 Ekim 2010

Caracas’tan çıkmak kolay değil!

Öncelikle buralarda planlı olmaya çalışmanın pek de anlamlı olmadığını iyice anladık. İnsanlar o kadar rahat ki, sanki her işlerini Allaha havale etmiş durumdalar. (Zaten oldukça inançlılar). Hiç birşeye aceleleri yok, ama bunun ötesinde de bir rahatlıkları var, sanki umursamıyorlar..
Biz de en fazla 3-4 gün kalırız diye düşündüğümüz Caracas’ta tam 9 gün geçirmiş bulduk kendimizi.. Çarşamba günü geldiğimiz Caracas’ta haftasonu hayat nasılmış görmeden gitmeyelim diyerekten pazara kadar kalmaya karar vermiştik. İbrahim pazar günü el Hatillo’ya gidelim deyince, pazartesi gitmeye karar verdik.

Pazartesi günü eşyalarımızı biraz toparlayıp, pillerimizi şarj edip, dolar bozmak üzere İbrahim’in yanına gittik. Fakat bu ülkede dolar bozmanın (en azından iyi bir kurdan bozmanın) çok da kolay olmadığını anladık. 1 dolara 8 bolivar almak mümkün, ama karaborsadan olduğu için alacak insan bulmak o kadar da kolay değil. Venezuelalıların rahatlığını da işin içine katarsak işler iyice zorlaşıyor. Kısacası Pazartesi günü dolarımızı bozarız ve akşamında yola çıkarız hayallerimiz suya düştü. Paramıza talip olan İbrahim'in arkadaşı bir turizmci bulduk. Fakat bize Salı günü bir çek verebileceğini söyledi. Dolayısıyla Pazartesi günü gidemedik. Sonra bir de Salı gününün resmi tatil olduğunu öğrendik. Yani çeki alsak bile Salı günü bozduramıyacaktık. Gidişimiz Çarşambaya ertelendi..

Caracas bize sürpizlerini tabii ki bu kadarla bırakmadı. Biz Çarşamba günü bütün çantalarımızı toparlayıp Carlos’un evinden sonunda mutlu mesut çıkıp İbrahim’in dükkanına gittik. (Cebimizde bir sürü dolarımız ve sadece 2 bolivarımız yani 4 metro bileti değerinde paramız olduğu için salı günü evden çıkmayıp hakkımızı çarşambaya kullanmaya yani çeki de Çarşamba almaya karar vermiştik). İbrahim’in yanına gittiğimizde de bize “Neden dün gelmediniz, Venezuelalıların sağı solu belli olmaz, bugün kadın dolarınızı almaktan vazgeçebilir” dedi. Biz ‘yok artık’ derken hakkaten de dediği gerçekleşti, ve tekrar parasız kaldık. Şansımıza yine İbrahim’in tanıdığı bir Arap dolarlarımızı almaya karar verdi. Ama ancak saat 5 de bu değişimi yapabileceğini söyledi. Biz de sigortamız sayeside hastanelere bedavaya gidebildiğimiz için kalan 1,5 saatimizde küçük birer şikayetimiz için hastaneye gitmeye karar verdik. İbrahim de arkamızdan tembihledi “aman geç kalmayın 5 de burada olun.” Bir alışveriş merkezinin altında olan özel hastaneye gittik. Derdimizi zar zor bir sürü görevliye anlattıktan sonra 10’ar kere (abartmıyoruz) adımızı, soyadımızı, doğum tarihimizi, (hesaplamadıkları için hemen ardından da) yaşımızı sordular. Sonra farklı farklı hemşireler tekrar tekrar aynı soruları sordu. Sanki hemşireler aralarında eğleniyorlardı “içerde yabancılar var gidip bu soruları sorsanıza çok komik konuşuyorlar” gibi..
Sonradan öğrendiğimiz üzere Venezuela’da özel hastaneye gitmek çok da mantıklı bir haraket değilmiş, çünkü aşırı tedbirden ve belki de sigortadan para kopartabilmek için durumu fazlasıyla abartıyorlar. Biz hastanede yarım saat geçiririz derken kendimizi idrar testi ve kan testi alınmış, hatta yan yana yataklarda seruma bağlı bulduk. Birşeyimiz olduğundan değil, belki olabilir diye.. Nitekim birşeyimiz de çıkmadı, ama 3:30da girdiğimiz hastaneden 8:30da bol serum yemiş şekilde çıkabildik.. Halimize gülsek mi ağlasak mı derken tabii ki de ne dolar bozabildik ne de Caracas’tan çıkabildik. Eşyalarımız İbrahim’in dükkanında, biz ise evsiz.. Hemen Pınar’ı aradık, sağolsun bizi misafir etti, ve özellikle Carlos’un evinden sonra bize cennet gibi gelen güzel evinde çok güzel bir gece geçirdik.

Ertesi gün en sonunda paramızı önceki gün bulduğumuz Arap’la yine ancak saat 5 de değiştirebildik. İbrahim’le birşeyler içip vedalaştık ve bütün eşyalarımızı yüklenip otobüs garına gittik. Ama gidebilecek miydik? Tabii ki hayır.. Çünkü bu sefer de otobüs bileti kalmamış.. Ertesi akşama biletlerimizi de alıp tekrar kurtarıcımız Pınar’ı aradık. Pınar’a gittiğimizdeyse Caracas’ın işleri zorlaştırdığı tek kişilerin biz olmadığını anladık. 15 gün önce Büyükelçilikte polis olarak çalışmaya gelmiş bir arkadaş ve ailesi ev kiralamaya çalışıyorlarmış. Ama tabii ki bu iş de pek kolay değil. 10 gün önce buldukları ve kiralamaya karar verdikleri evi hergün bir aksilik yüzünden kiralayamıyorlarmış. O gün ev sahibi tamam bugün herşey hazır, gelin demiş. Onlarda bütün eşyalarını (2 yaşındaki tatlı kızları Defne ile birlikte) toparlayıp otellerinden çıkmışlar. Ama ev sahibi asansörde kaldığı ve siniri bozulduğu için o gün de dokümanları imzalamayı erteleyip ‘vazgeçtim yarın anlaşmayı yapalım’ demiş. Onlar da ortada kaldıkları için gelmişler bizim gibi Pınar'a. Bütün akşam Venezuelalıların yavaşlığı ve rahatlığından bahsederek gülüp eğlendikten sonra umarım yarın hepimizin işleri yarın çözülür diyerekten uyuduk.

Sonunda ertesi gün de hepimizin işleri yoluna girdi.. Onlar sabahında evlerini kiralayabildiler, biz ise sonunda sağ salim otobüsümüze binebildik.

Arda'nın fotoğrafları için tıklayın
Selin'in fotoğrafları için tıklayın



1 yorum:

  1. benimle irtibata geçebilir misiniz mailimi versem önemli bir konu da .Yakında gitmeyi düşünüyorum. Kingodiscolondon@hotmail.com teşekkürler..

    YanıtlaSil