20 Kasım 2010

Suyun Büyüleyiciliği

 18 Ekim 2010 Pazartesi
 

Sabahın 6:30’unda büyük bir heyecanla uyandık. 
Ciudad Bolivar şehrinin minik mi minik havaalanına geldik. 
 
Uçağımız benzin aldıktan hemen sonra 2 Alman,1 Amerikan, 2 Türk ve 1 Venezuelalı pilot, 6 kişilik uçağa bindik. 

 
Uçağı, sol kolu dışarıda kullanan ve yol boyunca cep telefonuyla konuşan pilot
 
bir çok göstergesi çalışmayan (iki benzin göstergesi dahil)
uçakla bizi Canaima’daki ufacıcık havaalanına götürdü. 

Bu kadar küçük bir uçakla uçmak gerçekten farklı.
 
Biri doğumlarda, biri ölümlerde biri ise aşk için ziyaret edilen üç büyük dağın yanından dağı seyrede seyrede kampımıza yürüdük. Bir anda kendimizi doğanın ellerine teslim edilmiş hissettik. Ki zaten doğa, uçakla indiğimiz noktaya araçla en fazla 100 km yaklaştırıyor. Angel Falls keşfedilene kadar burası sadece yerlilerin yaşadığı bir yerken, ve Angel Falls'a sadece kano ile ulaşılabiliniyorken Angel isimli Amerikan bir pilotun burayı keşfi ile kasabanın bir köşesi turistik bir hal almış vaziyette. Ancak bu dar turistik alandan çıktığınız gibi kendimizi bazılarının üç, bazılarının ise dört duvarı ve çatısı olan evlerde yaşayan, hamaklarda uyuyan yerlilerle karşı karşıya buluyorduk. Angel Falls için küçük birer çanta hazırlayıp bize turu satarken söylediklerinin aksine, ikinci gün yerine hemen Angel Falls’a doğru yola çıktık. 
 
Önce yürüyüp sonra kamyonla ormanın içinde yol aldıktan sonra, nihayet kanomuza ulaştık. Kanolar ince uzun, 15er kişilik, motorlu. 
Arada rafting kıvamına gelen, bazen sığlaşan nehirde 5 saat boyunca yol aldık. (bir bölümünü kano geçemediği için yarım saat boyunca dağdan taştan yürüdük.) Yolculuğun kısa olacağını zanneden Arda “bu kadar geldik, artık elbet bitecek” diyerekten çantasını sırtından indirmedi.
 

12 saatlik bir otobus yolculuğu, 2 saatlik bir uçak yolculuğu, yarım saatlik kamyonet yolculuğu, yarım saat yürüyüş, 5 saat kano yolculuğu sonunda ormanın içinden kaya ve ağaç köklerinin üstünden tepeye 2 saatte tırmanıp nihayet şelaleyi karşımızda bulduk. Bölge dümdüz bir ovanın üstünde, çok dik bir şekilde 500-2500 metreye kadar değişen, zirvesi de düz olan Tepuy denen dağlarla çevrili olduğundan zaten bizi etkisi altına almıştı. 
 



Kano yolculuğu sırasında sağımızdan solumuzdan ormanın görkemini hissederek,
içinden geçen minicik bir su yolundan ulaşabiliyor olmamız, ve içinden kesinlikle bir insanı yürütme ihtimali tanımıycak yoğunluktaki orman bizi zaten etkisi altına almıştı, sarhoşlaşmıştık. Tüm bunların sonunda suyun hemen önümüzde bir kilometre boyunca düşüyor olması ve bunun yarattığı kaya şekilleri, şelaleler, çiçekler, taşlar, ses, ve hepsi, hepsi.. 
 
 
Çıt çıkaramadan bu olayı saygıyla karşıladıktan sonra, rehberimizin karanlık olabileceği için acilen inmemizi söylemesiyle tırmandığımız yoldan tüm grup daha bir sessiz, daha bir düşünceli aşağıya, nehir kenarına kanomuza binmek üzere yürümeye başladık. Bu arada geride kalanları bulmak için geriye giden rehberimiz ön grubu, bizleri yanlız bıraktı. Hava baya baya kararmıştı (şunu unutmamak gerekir ki bu ormanlar öğlen vakti dahi içeri çok az ışık salan ormanlar.) Grubun en önündeki kişisi hep hata yaptıktan sonra Selin ve Arda ikilisi herkesin şaşkın bakışları arasında tıkır tıkır tüm grubu kanoya ulaştırdı. Ay ışığında, nehir kenarında geride kalanları bekledikten sonra (ki çok güzeldi) tüm grupla ormanın içindeki minik kamp alanımıza geldik. İki saat açık kalacak ufak jeneratörümüz ve rehberimizin pişirdiği tavuklarla kocaman çekirdekli karpuzları; biz iki türk, bir çift Arjantinli, bir çift İngiliz, bir çift Kolombiyalı, bir çift Venezuelalılar, iki Alman, bir Portekizli, bir Amerikan, bir de Japon ve bir Venezuela yerlisi rehberimiz eşliğinde yedik.  
Angel Falls manzarasında hamaklarımıza uzanıp suyun gür sesini dinlemeye koyulduk. Bu arada uyumadan önce biraz daha sağa sola bakmak isteyen Selin – Arda ikilisi belki de onların hayatları boyunca unutamayacakları ve hatta etkiside kalıcakları bir çalışmayla karşı karşıya geldiler. Karıncalar, gerçek anlamıyla çalışmaktaydı. Bu görüntünün ardından hamaklarına uzanıp gülümser bir halde uyuyacakları anı beklediler.

19 Ekim 2010 Salı

Angel Falls’dan kanomuza binerek gerisin geri Canaima’ya döndük. O gün bölgenin aslında bir şelale bölgesi olduğunu öğrenmenin günüymüş. Bu sefer daha çok yürüyerek, bir çok şelalenin önünden kanoyla geçtik, sonra tepelerine tırmandık ve şelalelerin nasıl beslendiklerini gördük, ve oralarda gezdik, kaya içinde oluşan küçük havuzlara girdik.
 
 
 
 
Sonrasındaysa bazısının içine bir oyuk yarattığını öğrenip şelalelerin içlerinden geçtik. Sırtımızı kayaya verdiğimizde gözlerimiz sadece yukarıdan aşağıya hızla düşen suyu görüyor oluyordu. Bir çok yerden geçerken fotoğraf makinelerini plastik poşetlere koyarak koruyabildik. Akşam yemeğinin başında grubumuza gelerek “tura yazılırken  kimler vejeteryan yemeği istemişti” diyen ahçıya “Ben” diye cevap veren iki kişiye “haa, tamam ama vejeteryan yemeğimiz yok” dediğine tanık olduk. Akşam iki Kolombiyalı, iki Alman, iki de Türk güzel bi sohbetin ardından günü bitirdik.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Normalde Ciudad Bolivar’a geri dönüyor olmamız gerekirken, bizim yaptığımız anlaşma sayesinde yemeksiz olarak bir gün daha kalabilme hakkımız vardı, biz de tabii ki bu hakkımızı seve seve kullandık. Getirdiğimiz üç adet tonbalığından birini sabah kahvaltıda bir güzel yedikten sonra, güneşin alnında çevreyi gezdik. Sadece güneş ve yağmurdan korunma amaçlı gözüken ama içinden çocuk ve müzik sesi eksik olmayan çok tatlı evler, aileler gördük.  
Okul bahçesinde oynayan çocuklar gördük, 
Grup arkadaşlarımız uçaklarına binip gittikten sonra Aşıklar Plajı isimli bir yerin var olduğunu duyup, hiç sormadan soruşturmadan kuzeyi her birinin farklı, ölçeksiz çizimleri takip ederek yürüdük, yürüdük, yürüdük...  
  
 
 
Her yol ayrımında kararsız kaldık, etrafta hiç insan olmamasına şaşırdık, küçük köprülerin üstünden, gökkuşaklarının altından geçtik. Yanlışlıkla evlerin bahçesinden geçtik, köpekler havladı. Yerlilerle karşılaştık, su verdiler. Plajı bulamadık, pes etmedik. Bir yerli aldı bizi, götürdü. Küçük, kuytuda, çok güzel bir plaj bulduk: Aşıklar Plajı. 
 
Gökyüzü de bize eşlik ediyordu, kalp şeklinde bulutlar ekliyordu manzaramıza.. Sanıyoruz ormanın toprağındandır ki su tamamıyla kırmızı. 
Canaima bizi herşeyiyle şaşırtmaya devam ediyor. Hava kararmadan kampımıza dönmek için düşüyoruz yine yollara. Yol sormak için gittiğimiz yerli bir aile var şimdi karşımızda. Baba 50 yaşlarında 15 sene önce okumayı kendi kendine çözmüş, Angel Falls’u hiç görmemiş, açıkta yaşayan açıkta uyuyan bir ailenin babası; ancak her çocuğuna bir müzik aleti çalmayı öğretebilmiş bir baba. İki kızı Caracas konservatuarına girmeyi başarırken, aynı konservatuardan mezun en büyük kızı ise Canaima’daki çocukların ilk müzik hocası olacak.
 
Gerçekten mutlu ve gururlu görüyoruz anne babanın gözlerini. İçinde yaşadıkları şartlara rağmen bütün çocuklarının eğitimine bu kadar önem veren, her çocuğunun müzisyen olmasını sağlayan bu ailenin yanından çok etkilenerekten, bi o kadar da düşünceli ayrılıyoruz. Akşam uzaktan şelalerin göründüğü, gölün içinden çıkan 3 palmiyesiyle muhteşem manzaralar sağlayan plaja oturup kalan iki konserve ton balığımızı da yiyerekten Canaima’ya, bu huzur dolu muhteşem doğalı kasabaya veda etmeye hazırlandık. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder