20 Kasım 2010

Ciudad Bolivar

16 Ekim 2010 Cumartesi

Ve Venezuela’da otobüse binmek nedir onu  öğrendik. Gece 10’da kalkan otobüs için hafif de panikle tam 10’da vardığımız terminalde daha henüz otobüsün orada olmadığını öğrendik. 1 saate yakın bekleme salonunda dünyanın en saçma filmini izleyen (ses sanki sinemadaymışızcasına açık bu arada..) Venezuelalı kardeşlerimizle yanımızda koca çantalarımızla bekledik. Tam otobüs kalkacakken tüm seyircilerin ve hatta bizim de farketmediğimiz bir gerçeği çöpleri toplayan temizlikçi kadın farketti (bu arada 100’den fazla kişi oturmakta, biz ise televizyonun hemen altında ayakta sırıtmaktayız, bariz sahnedeyiz.) Çantalar yola çıkmadan önce en alt kata teslim ediliyormuş. Koşa koşa bu işi hallettikten sonra (bagaj verme sırasının yalvar yakar en önüne geçebildiğimiz için otobüse yetiştik.) otobüsün üst katına çıktığımızda, tüm camların filmli ve ön dahil tüm perdelerin  ışık geçirmeyecek şekilde sıkı sıkıya kapalı olduğunu ve sıcaklığın bizi Patagonya’ya antreman yaptırtacak şekilde olduğu gördük ve hissettik. En arkadaki koltuklarımıza oturduk. Önümüzdeki koltuğun altından çıkan bacak bölümüyle kendisi de arkaya fazlasıyla yatarak yatağa dönüşen fakat rahatsız koltuğumuza yerleştik. Caracas bizi o kadar yormuş ki laptopda blogumuzu yazmaya çalışırken uyuya kalıp, sabah 6’da tesadüfen birinin bizi uyandırmasıyla Ciudad Bolivar'a geldiğimizi öğrenerek deliksiz birer uyku çektik.

Sabah otobüsten biz inince kuzu görmüş kurt misali bize yanaşan turizmcilerden kaçıp başka bir köşede uyanmaya çalışırken Carlitos (ismi aslında Carlos ama kısaboyu sebebiyle arkadaşları Carlos’çuk anlamında böyle diyor) isimli karükatürden çıkma adamla tanıştık. Evine gittik. İki üç saat evinde uyuduk ve şehri gezmeye çıktığımız zaman tanıştığımız Rodman isimli komik insanın evine taşınmaya karar verdik. Rodman evini bir turizm acentası  haline getirmiş, eşi ve babasıyla beraber 2 yaşındaki tatlı kızını büyüten biri. Salonunu bölerek yaptığı üç ranzalı hostel odasının bir ranzasına yerleştik. Angel Falls’u görmek için çok uygun bir fiyata üç gece kalmalı (biri yemeksiz) ve evinde istediğiniz kadar kalmalı bir anlaşmaya imza attık. Nehir kıyısında şöyle bir dolanıp birşeyler yemek üzere nehir kenarında yerel bir yere oturduk. Peynir eklenmiş kızartılmış platano eşliğinde (bir muz türü) pek bir ilginç şekilde yapılmış tavukla, pek bir ilginç yapılmış pilav yedik.Ve şu ana kadar içtiğimiz en güzel meyve sularını içtik. Parchita ve Agua Panela denen iki meyvenin suları.. 

Hesap tartışmasını kazanıp dolaşmaya devam ederken kendimizi bir botanik bahçesinde bulduk. 
Şehir Caracas’tan sonra bize hiç gelişmemiş gelse de arada bize böyle sürprizler yapmayı biliyordu. Ve gün batarken anladık ki bu şehir de güneşi güzel batıran güzel şehirlerden. 
Gün battıktan sonra karşılaştığımız klip çekimi ve grup akşamımızı şenlendirdi, 
ve sonrasında yediğimiz Venezuela şartlarına göre gayet pahalı 40 bolivarlık (5 dolar), gerçekten çok lezzetli devasa bir hamburgeri nehrin kenarında bir güzel götürdük.
Caracas’tan sonra akşam tripodla fotoğraf çekebilme zevkini yaşayarak Rodman’ın evine gidip yataklarımıza uzandık.


17 Ekim 2010 Pazar

Bugün tatil yaptık! Hava zaten inanılmaz sıcaktı. Sadece 2 koca parça et almak için dışarı çıktık. Kasaptaki en güzel iki parça koca bonfilenin 400 gramını 10 bolivara (1,2 dolara)
almak bizim sıcaktan bunalmamıza yetti.
Pazar günleri bütün Venezuelıların yaptığı gibi biz de evde kaldık ve ertesi sabah çıkacağımız  Angel Falls yolculuğumuzu hayal ederek heyecanla uyuduk.

Arda'nın fotoğrafları için tıklayın
Selin'in fotoğrafları için tıklayın



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder