3 Mayıs 2011

Playa Grande

Playa Grande’ye gitmek için tekrar Caracas’a dönmemiz gerekiyor..  Garip bir gülümseme alıyor hepimizin yüzünü.. Caracas çekiyor galiba insanı.. Oradan yakında bir şehir olan Maracay’a oradan da Playa Grande’nın yer aldığı Choroní denen sahil kasabasına. 3 saatlik bir yolculuğun sonunda Maracay’a vardığımızda heyecanlanıyoruz, haritadan bakınca Choroní çok yakında. Ne kadar uzak olabilir ki? En fazla yarım saat.. Yolun ne kadar süreceğini sorunca ise 2 saat diyorlar.. Anlam veremiyoruz. 


Meğerse iki yerleşim yeri birbirine çok yakın olmasına rağmen aralarındaki 1830 metre yüksekliğindeki dağı aşmak gerekiyormuş. Dışı rengarenk boyanmış otobüsümüzün en arkasına çok güçlü hoparlörler yerleştirilmiş, şoförümüz ise buraların en çılgın şoförü olsa gerek. Bu çok iyi modifiye edilmiş otobüsünde son ses açtığı reggaeton müziğiyle bu dimdik dağın virajlarından son sürat dönerekten geçiyor. İlker bir camda biz diğerine hayretler içinde bakıyoruz birbirimize.. Bu yaşadığımız gerçek mi? 

Şoför acayip iyi bir şoför, her gün bu yolu çok defa gitmekten ezberlemiş olsa gerek yolu, ama yine de nasıl böyle çılgıncasına kullanabildiğine hayret ediyoruz. Bangır bangır hep beraber otobüste dinlediğimiz müzikten alıyor olsa enerjisini..


Geçtiğimiz yollar ise ayrı bir çılgın. Etrafımız yağmur ormanları. Kısacası bizim bildiğimiz ormanlarla pek de bir alakaları yok. Ağaçsız, bitkisiz kalabilmiş olan 1 cm kare bile bulmak imkansız. Ağaçlar birbirleriyle yarışıyorlar sanki güneşe yaklaşmak için. Ormana girmeye çalışsanız 1 metren fazla ilerlemek mümkün olmaz. Hayretler içindeki etrafımızdaki çılgın doğayı seyrediyoruz. Ama pencereden kafamızı birazcık bile çıkarmak mümkün değil, çünkü bu daracık sadece bir otobüsün zar zor geçebileceği yolda bizim çılgın şoför çok profesyonel bir şekilde hızla dağları teğet geçerekten ilerliyor. Hava soğumaya başlıyor. Dağın en tepesindeyiz, aşağı iniş ise yine aynı şekilde.. Doğa çılgın, biz hayretlerle artık dans ede ede bu çılgın yolun keyfine varıyoruz. Hiçbir zaman unutamayacağımız bir otobüs yolculuğu olacağı kesin.


Sonunda bizim adını Puerto de Colombia sandığımız ama herkesin Choroní diye hitap ettiği küçük kasabaya varıyoruz. Playa Grande’yi soruyoruz. Bize küçük kamyonetler gösteriyorlar, bu kamyonetlere binmeniz lazım..


Biraz kamyonet yolculuğu biraz da yürüdükten sonra Playa Grande’ye varıyoruz. Ama o da ne? Plajın önüne bir set çekilmiş. Plaj kapalı yazıyor. Halbuki herkes bize burada kamp yapabileceğimizi söylemişti. Bu kadar uğraştan sonra hava kararmaya başladığında vardığımız bu güzel plajdan hiç dönmek gibi bir niyetimiz yok. Plaj uçsuz bucaksız beyaz kumları, arka fondaki palmiyeleri ve bir sürü minik yengeçleriyle bizi çok heyecanlandırıyor. Deniz ise oldukça dalgalı..


Plaj boyunca yürümeye başladığımızda bir adam yanımıza yaklaşıyor. Fırtına var o yüzden plajda kalmak yasak. Fakat bunu söyleyen adam da zaten plajda çadırda yaşayan biri. Bu kadar yol geldik yapmayın dediğimizde ise güvenlikten izin alın diyorlar.


Tamam diyerekten ilerliyor ve kendimize güzel bir köşe buluyoruz. Çadırımızı kuruyor. Denize girmek için geç kaldık belki ama keyfimiz çok yerinde. Arda ile İlker odun toplamaya gidiyor, Selin ise çadırı düzenleyip yemeklik malzemeleri çıkartıyor. Yaktığımız güzel ateşimizde Caracas’tan aldığımız tenceremizde önce bir güzel çorba sonra da makarnamızı afiyetle yiyoruz. Ardından da su ısıtıp çay yapmayı ihmal etmiyoruz.


Yıldızların altında sohbet ederek keyif yaparken birden biraz deli görünümlü çılgın bir adam çıkıyor ve bağıra bağıra bize bir şeyler söyleniyor. Meğerse o da bu sahilde çadırda hayatını sürdüren biriymiş ve biz de karanlıkta gidip onun çadırının dibine yapmışız çadırımızı.


Elinde sopa bağırıyor çağırıyor ve geri çadırına dönüyor. Hem şaşırıp hem de haline gülüyoruz ister istemez ve çadırımızın ilk defa misafir kabul etmenin de heyecanı ile güzel bir uyku çekiyoruz.

Ertesi gün uyandığımızda etraf kalabalık. Gündüz plaj doluyor. Denize girenler, güneşlenenler, piknik yapanlar. 

Yabancı olduğumuzu anlayan biri bize bir hindistan cevizi getiriyor, “hiç hindistan cevizi suyu içtiniz mi?” diyor. Ve bıçağıyla tepesini kesip nasıl içmemiz gerektiğini gösteriyor bize. Bayılıyoruz tadına.. Beğendiğimizi gören adam da mutlu olup birkaç tane daha getiriyor bize.


Bütün gün sahilde keyif yapıyoruz. Yanımızda yengeç yakalayıp hindistan cevizi kabuklarının arasında pişiren bir aile bize yengeç ikram ediyor. O kadar küçük ki yengeçler, kabuklarıyla yiyorlar.

Bol dinlenmeli bol keyifli bir günün ardından akşam tekrar ateşimizi yakıyoruz, artık biraz daha tecrübeliyiz. Yemeğimizi yapıyoruz, çayımızı içiyoruz. Ve yine aynı adam aynı çılgınlıkta geliyor karşımıza. “Burada kalamazsınız! Sizi gidip şikayet edeceğim” diyor delirmiş bir modda. Anlaşılan yalnız başına yaşamaya o kadar alışmış ki etrafta başka insan olmasını pek de kaldıramıyor arkadaş. İyi şikayet et, bizim burada olduğumuzu biliyorlar zaten diyoruz. Kendisi de yarım saat sonra tatmin olmamış bir şekilde bir hışımla bize hiç bir şey söylemeden hızlıca çadırına doğru yöneliyor.

Bizde keyfimizi sürdürerekten mükemmel bir gece daha geçiriyoruz. Yarın tekrar geri dönmemiz lazım. Hem buradan ayrılacağımız için çok üzgünüz, hem de los Roques’e gideceğimiz için çok ama çok heyecanlıyız.


Ertesi sabah çadırımızı toplayıp los Roques’e gitmek üzere yollara düşüyoruz. O çılgın dağı bir önceki kadar çılgın olmayan bir şoförle geçtikten sonra Caracas’a doğru yol alıyoruz. Amacımız Caracas’a uğrayıp oradan direk marinaya gitmek ve geceyi tekrar marinada geçirmek, çünkü sabah 5 gibi los Roques'e doğru yola çıkıyoruz!



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder