8 Mayıs 2011

Rio Grande

Evet, yine yola çıkış vakti geldi. Her çıkışımızda olduğu gibi yine “erken çıkan erken yol alır” düşüncesiyle alarmımızı erkene kurup yine o kadar erken kalkamayıp Ushuaia’nın sabah soğuğunu atlatıp öğlene doğru çantalarımız hazır bir şekilde kamp alanından yollara düştük. Bu sefer, artık dönüş yolunda olmanın, kıtayı en kuzeyinden en güneyine kat edip sanki bir anlamda Türkiye’ye dönüşe başlamış olmanın ve yolculuğu yarılamış olmanın ağırlığı vardı üstümüzde. Şehir merkezine kadar bu buzul iklimi şehrinin detaylarına, evlerine, yazı yaşıyor olmanın heyecanı ile dondurma yiyen çocuklara (hava bizim için gayet soğuk), sadece iki aylığına kardan ve buzdan sıyrılmış Beagle kanalı manzaralı sokaklara ve bu kanaldan Antartika’ya kalkan gemilere içten içe veda ederek hafif hüzünlü bir şekilde şehrin merkezine kadar yürüdük. Buradan bizi alan bir pikapla şehrin çıkışına kadar gelip buradan da rastalı genç bir çocukla iki saat kadar sessiz ve gayet hızlı bir şekilde yol aldık ve Ushuaia’nın bir kuzeyindeki şehir olan, yıl boyunca anormal bir rüzgara sahip olan Rio Grande’de okyanus kenarı biraz garip görünüşlü kamp alanına/hostele geldik. Okyanus kenarına çadırımızı kurduktan sonra aslında bir kano ve kaya tırmanışı kulübü olduğunun farkına vardığımız hostelin çok samimi ortamında yemeğimizi pişirip ABD’nin New Jersey eyaletinden ta buraya kadar motoruyla gelmiş, tüm iki kıtayı baştanbaşa kat etmiş Kevin’la sohbet edip temiz bir uyku çektik. Sabahında, son iki ayın neredeyse her sabahında olduğu üzere alışık olduğumuz gibi çadırımızı toparlayıp bir minibüsle şehir çıkışında herkesin tavsiye ettiği, otostop çekmek için uygun olduğunu belirttiği yolun ortasında bir noktaya minibüsle gittik. 

Çok çok güçlü bir rüzgarda düzlüğün tam ortasında saatlerce otostop bekledik. Gökyüzünü o kadar uzaklara kadar görebiliyorduk ki, ta uzaklardan gelen bulutlar bizi endişelendiriyor, hemen bir araç bulmalıyız düşüncesiyle geçenlere ısrarla parmak sallamamıza neden oluyor, 2 saat boyunca yavaş yavaş üzerimize gelen bulutların döktüğü yağmurla baştan aşağı sırılsıklam oluyor, bulutların yine gözümüzün önünde uzaklaşmasıyla çıkan güneş üzerimizi kurutuyor; fakat biz hala bir adım bile ilerliyemiyorduk. Sabahtan hava kararıncaya kadar böylesi bir rüzgarda sadece beklemek çok ilginç bir gün yaşatıyor bize.
Akşamında pes edip, Arda yolun karşı tarafına geçiyor ve her iki yön içinde otostop çekmeye başlıyoruz. Nihayetinde Arda’nın tarafında duran bir kadının arabasıyla tekrar Rio Grande’ye dönüyor, kamyonların tercih ettiği bir benzin istasyonunun içinde rüzgarsız bir şekilde oturmanın nefes alabilmenin keyfini, tüm gün rüzgâr yemişliğin aptallığıyla sürüyoruz. Okyanusun kenarına Selin’in doğrudan çadırın çıtalarını bile kurmadan çadırın içine girmesi ve Arda’nın hiçbir şeyin uçmaması için büyük çaba sarf ederek zar zor kurduğu çadırımızın içinde, geçirdiğimiz en kötü otostop gününün ardından rüzgar ve ona eşlik eden okyanus dalgalarının sesi ile uyuyoruz. Amaçsa tabi ki yine sabah erken kalkmak ve gün doğarken şehri terk eden kamyonlarla buradan artık uzaklaşabilmek.

Bu sabah artık bu, insanı manyak eden rüzgara sahip şehirden çıkmak istiyorduk. Arda’nın annesinin doğum günü olduğu için Şükriye Teyze’yle yaptığımız telefon görüşmesi sonrasında şansımızın döndüğüne inançla tekrar yola çıktık. Bu sefer çok daha büyük bir motivasyonla geçen her arabaya yalvarırcasına bakarak ısrarla başparmağımızı gösterdik.

Nihayet salaş görünümlü tatlı bir herif bizi çok iyi bir yere bırakabileceği iddiasıyla aldı. Yarım saatlik bir yoldan sonra nereye geldik? Bir gün önce tüm gün beklediğimiz aynı noktaya geri geldik. Çok güldük bu duruma. Lanetli mi lan burası? Düşüncesini kafamızdan atmaya çalışarak tekrar koyulduk otostopa. Yine 2-3 saat geçti, yine hiç bir şey yok. Artık yol kesercesine yapmaya başladığımız otostop sonunda, bu tarzımıza şaşıran belki de hiç almayacak olan bir aracın şaşkınlıkla durmasıyla sona erdi. Şöyle başladı konuşma: Ne oldu? Çoktur bekliyoruz lütfen bizi ilerideki herhangi bir noktaya atın. Sonradan fabrika sahibi olduğunu öğrendiğimiz adam, fabrikasının giriş yolu olduğu, giriş yolundan başka hiçbir şeyin olmadığı başka bi garip noktada bıraktı. Canımızı sıkmadık, olsun dedik kurtulduk o lanetli yerden. 

Derken 2 dakika geçmedi bir pikap geldi köşeye. Gülümsedi, davet etti ve bizi aslında oraya kadar gitmeyecekken Arjantin sınır kapısına kadar bıraktı. Burada burayı önceden tanıdığımız için hemen bekleme odasına gittik, çorba pişirdik, ısındık ve dışarıda bir taraftan satranç oynayarak pasaport kontrolünden çıkan kişilere kartonumuzu gösterdik: HASTA LA FRONTERA (sınıra kadar). Bu bizim için önemli bir yazı çünkü insanlar sınırı bir otostopçu ile geçmeyi tercih etmiyorlar. Sadece sınıra kadar bırakacak olmaları biraz daha güvenli yaklaşmalarını sağlıyor.

Hayatında hiç otostopçu almadığı belli olan bir çift yazının ne anlama geldiğini bizim ne yaptığımızı 
anlamaya çalışırken bizimle konuşmaya başlıyor ve kabul ediyor Şili kapısına kadar bizi götürmeyi. Kıtanın en güneyi Arjantin’in fakat buraya geçmek için Şili’den geçmek zorundasınız. Şili ise son yerleşim biriminden Arjantin sınırına kadar olan 120 kilometrelik yolu kendisi için önemli olmadığı ve Arjantinlilere kıllık yapmak istediği için asfaltlamamış, yol çok bol çukurlu ve mıcırlı. Gelirken kamyonla 6 saatte geçtik, indiğimizde darmadağındık. Bu nedenle, buradaki pasaport kontrolü esnasında pikabı olan bu çiftin bizi Macellan Boğazı’na kadar bırakma teklifini büyük bir minnetle kabul ettik. Onlarda 3 haftalık yıllık izinlerinin ilk günündelerdi, keyifleri yerindeydi.

Macellan Boğazı’nı geçmek için feribotu bekleyen araçlara Punta Arenas’a gidiyorlarsa bizi atabilirler mi diye sorduk. Ve pek bir artist görünümlü, normalde otostopçu almayacak iki genç bizi almayı kabul etti. Macellan Boğazı’ndan karşı kıyıya geçince bir pikaptan diğerine bindik ve iki saatlik gayet hızlı bir yolculukla akşam vakti Punta Arenas’a, bize önceden önerilen Hostel Independencia’ya vardık.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder