8 Mayıs 2011

Tierra del Fuego

Kamp alanını terk ederek otostop çekerek yürümeye başladık. Karşımıza çıkan bir tabelayla, ormanın içine girip 1 saat kadar yürüdükten sonra Ushuaia’nın arka tarafına geçtik. Kamp giriş ücretini ödememek için, dağın yamacından nereden yürümemiz gerektiğini hesapladık ve kendimize bir rota belirledik. Burada, şu anda turistik amaçlı çalışan bir tren var. Eski zamanlarda, azılı katilleri, büyük suçluları, dünyanın sonu diye bilinen bu bölgeye götürmek için inşa edilmiş bu tren. Dikenli tellerin altında geçerek tren yolunu takip ettik ve nehrin kenarından park alanına kaçak girmeyi başardık.

Yanından geçtiğimiz şelalelerden şişelerimizi buranın, hemen dibimizdeki karların erimesiyle oluşturduğu şelalelerden akan, tadı Mert arkadaşımızın deyimiyle şeker gibi olan suyla doldurup ilk trekking parkuruna bağlandık. Burada bir müddet yürüyüp, Beagle Kanalı’nın kuzeybatı kısmına, bir anlamda okyanus kenarına ulaştık. Havanın kararmaya yüz tutması üzerine burada geceleme kararı aldık. Sahil çok güzel idi. Karşımızdaki manzara, alışık olmadığımız güzellikteki renklerde olan tepeleri karlı dağlarla kaplıydı. Su durgun, görüntüsü bile soğukluğunu hissettirir haldeydi. Kamp alanının (ateş alanı olan düzlük alan, tesis gibi hiçbirşey yok) ormanın içinde olduğunu görünce üzüldük. Bu manzaradan vazgeçmek istemedik ve suyun kenarından bir süre ilerleyip, denizden 4-5 m yüksekteki anca iki çadır alabilecek büyüklükteki kayalığın üzerine kurulmaya karar verdik.

Park kurallarına aykırı idi aslında bu karar ancak manzaradan vazgeçmek istemedik. Çadırımızı kurduk ve ateşimizi yaktık. Tierra del Fuego, Ateşin Toprağı anlamına geliyor. Macellan, buralara ilk geldiğinde, Atlantik kıyısından Pasifik tarafına geçerken bu topraklarda birçok yerli görmüş uzaktan. Hava soğuk olduğu için ateş yakan yerliler, uzaktan alev alev bir görüntü sunmuş Macellan’a. Zaten bu topraklarda insan görmekten şaşıran Macellan toprağa çıkmayı göze alamamış ve döndüğünde buraları Tierra del Fuego olarak anlatmış. Sonrasındaysa, Atlantik’te yaşadığı fırtınalardan sonra geldiği sakin sulara, İspanyolca’da sakin anlamına gelen Pacifico ismini vermiş.

Sezon dışı bir dönemde olduğumuzdan etrafımızda başkahiçbir insan yoktu. Gece kendimize güzel bir ziyafet verdikten sonra yavaştan uyku moduna geçecekken, hemen dibimizden gelen bir sesle irkildik. Ateşin alevini bastırıp, etrafı hafif bir ürkeklikle kontrol etmeye başladık. Ses, nefes alma ve hafif bir inleme sesi gibiydi. Sonrasında anladıkki, bu ses, hemen yanımıza gelen bir balinadan geliyordu. Nefesimizi tutup dinlemeye başladık. Kıtaya gelirken bizi en çok heyecanlandıran iki hayvan, penguen ve balinalardı. Ancak, seyahatimiz boyunca balinalarla karşılaşamayacak olduğumuzu farketmiş ve çok üzülmüştük. Bu hayvanların, belli dönemlerde belli noktalarda geçişleri ve duraklamaları oluyor. Bu bölgelerse zaten park ilan edilmiş ve parka giderek uzaktan görme şansınız olabiliyor. Bizim rotamızsa, hiçbir noktada balinalarla karşılaşmamıza olanak vermiyordu ve bu konu aslında içimizde kalmıştı diyebiliriz.

Böyle olunca heyecanla kayalıklara oturduk. Gelen bir diğer balinayla ikilenen balinaların kur yapma ve çiftleşme sesleri dağlarda yankılanıyor bizimse içimizi ürpertiyordu. Sularda bir gözüküyor bir kayboluyor, koca denizde sanki bize yakın olmak istiyormuşçasına dibimizde yüzüyorlardı. Nefes alırken çıkardıkları sesler sanki biraz hüzünlü, birbirlerine seslenirken çıkarttıkları çığırır gibi olan seslerse çok kuvvetliydi. Yıldızların ışığı altında tüm gece balinaları dinledik. İnanılmaz inanılmaz inanılmazdı. Çok şanslıydık. Sabaha karşı çadırımıza girdiğimizde halen devam eden balinalar, bize sanki ninni söylediler.

Bu yaşadığımız, yolculuğun en güzel gecelerinden biriydi kesinlikle.
Sabahsa, bize seslenen sert bir sesle uyandık. Çadırdan ilk çıkan Arda oldu. Aslında beklediğimiz bir olaydı. Kamp kurmanın yasak olduğu bir noktada olduğumuzdan sabah çok erkenden kalkıp yollara düşmeliydik. Arda’yı karşılayan 3 güvenlik görevlisi, durumu, kuralları anlatıp, parkı terk etmemiz gerektiğini belirtti. Arda, yine oradan girdi buradan çıktı, kanlarına girdi görevlilerin. Pasaportlarımızdaki damgaların çokluğu, Güney Amerika’yı dolaşıyor oluşumuz, açılan balina sohbeti (şanslı olduğumuzu onlar da söyledi), kamp yapılmaz tabelasındaki çarpı işaretini görmemiş olduğumuz ve tam tersi kamp yapılabilir sandığımız yalanı vs. derken bizden giriş biletlerimizi görmek istediler.

Halen çadırda olan Selin’e Arda şöyle dedi: Hani dün yerde bulduğumuz giriş bileti vardı ya, onun tarih kısmını yırtıp ver bakalım n’olucak?

Selin gayet profesyonelce yırttı, bu sırada ise Arda görevlilere biletleri kaybettikleri, biletlerin uçtukları, ateşi yakmak için kullandıkları gibi alakasız şeyler söylemeye başladı. Bu arada artık iyice akıcılaşan İspanyolca’sını sanki çok az biliyormuş gibi kullanarak.

Bilete bakan görevliler bir şey diyemediler. Bize ateş alanını temizletip, bir daha kural dışı bir hareketimizde doğrudan kapı dışarı etmek zorunda olduklarını belirttiler ve gayet iyi bir şekilde ayrıldık. Balinalardan hala daha sarhoş halde çadırımızı toparlayıp, 9-10 km’lik ikinci parkur için yola çıktık. Yanımızdaki meyveleri, yoğurtla karıştırarak başka güzel bir manzarada kahvaltı ettik. Bu arada çantamızda peynirden, süte, etten, yoğurta birçok yiyecek var. Hava buz gibi olduğu için, buzdolabındalarmışçasına gayet taze bir şekilde taşıyabildik yiyecekleri.

Tüm gün, biraz suyun kenarından biraz içerden yol aldık. Kıtanın güneybatı kısmına haritadan da baktığınızda (uzaktan) parça parça gözüken kara, yakınına geldiğinizde, üzerinde yürüyor olduğunuzda da parça parça. Hangisi nehir, hangisi, boğaz, hangisi okyanus, hangisi göl, hangisi dere; hangisi kara, hangisi ada, hangisi yarımada anlamak mümkün değil. Adacıkların, suların yanından yürümekteyiz.
Nihayetinde bir adacığın üzerine, ufak bir kayalığın üstünden yürüyerek geçiyor ve çadırımızı suyun hemen dibine kuruyoruz. Su etrafımızdaki dağların karlarından besleniyor ve çok lezzetli. Yaptığımız makarnanın dahi tadı güzel. Burada, zengin kilerimizden seçtiğimiz yemeklerle doyuyor, gece aniden çok soğuk yapan havada, çadırımızda sıcacık uyuyoruz.

Sabah, 970 metreye tırmanan seviyesi zor olarak tanımlanmış zorlu bir parkurda yürümek üzere hazırlanıyoruz. Kampımızı olduğu yerde bırakacak, gece aynı noktaya geri döneceğiz. Yanımıza biraz sandviçlik malzeme, çorba, kahve, mango suyu, ocak ve bol kıyafet alıp yürüyüşe başlıyoruz. Bir müddet ormanın içinden tırmanıyoruz. Nehirlerden doldurduğumuz suyla kahvemizi yapıyor parkurun sonunda çok güzel bir manzarayla karşılaşıyoruz. Fakat burada yolun aslında devamının da olduğunu fark ediyor merakla yürümeye devam ediyoruz. Yol bizi yüksekte bir düzlüğe ulaştırıyor. Burası bulunduğumuz yaz dönemi haricinde karlarla kaplı, şu anda ise çoğunluğu bataklık halindeki bir alan. Ormanın içinden çıktığımız için soğuk artık üstümüze üstümüze geliyor fakat artık yolu bitirmeden dönmek istemediğimizden dönüşte kaybolmamak için nelere bakacağımıza dikkat ederek tırmanışa devam ediyoruz.
Patika, sürekli tırmanış halinde. Çok yoruluyoruz ama dönmek yok. 5 dakikada bir dinlenmemiz gerekse de tırmanışa devam ediyoruz. Karların yanından geçiyor, sadece taşlardan oluşan yolda ilerliyoruz. Nefes nefeseyiz ama yolun bizi güzel bir manzaraya ulaştıracağı düşüncesindeyiz. Etraftaki dağları artık çok daha net ve güzel seyredebiliyoruz. Artık bitmiş bir halde zirveye ulaşıyoruz. Manzara inanılmaz. Bir tarafta Ushuaia bir tarafta park, bir diğer tarafta dağlar. Beagle Kanalı’nın tamamı, adacıklar, nehirler, boğazlar ve çadırımız çok çok uzakta, manzaranın içinde. Rüzgar deli gibi, soğuk fazlasıyla. Mango suyu donmak üzere. Ne varsa giyiyor, bu manzarada en azından 15 dakika kalabilmek istiyoruz. Isınmak için ocakta kahve yapmaya karar veriyor, gazı tam açsak da suyu zar zır ısıtabiliyoruz. Derken karşı taraftan bulutların hızla bize geldiğini, ve altındaki tüm alana yağmuru boşalttığını görüyoruz.

Yapacak bir şey yok. Yolda karşılaşacağımıza burada kalalım diyoruz ve kayalardan ufak bir kuytuya sığınıyoruz. Derken dolu yağmaya başlıyor ve 2 dakika sonra kara dönüyor. Çantaların üzeri kar, kıyafetler kar. Dolu düşmeden hemen önce bir panoramik fotoğraf çekmeyi başarıyor Arda. Dönüş için biraz telaşlıyız, hava kararacak gibi. Manzarayı kafamıza, hissini kalbimize kazıyor, inişe geçiyoruz. Parkurun asıl bittiği noktaya vardığımızda güneş batmış durumda. Selin’in liderliğinde, alaca bir karanlıkta aşağı iniyoruz. Çok yorgunuz ama günün güzelliği yorgunluktan bahsetmemizi engelliyor, ayıp olur sanki.
Gece 10’dan biraz sonra çadırımıza varıyoruz. Sıcacık bir çorba kadar güzeli yok. Sürekli günden bahsediyoruz. Ve aklımızda manzara, uykuya dalıyoruz.

Ertesi gün geç uyanıyoruz, bacaklar hafif ağrılı. Güneş içimizi ısıtıyor. Tüm günü, etraftaki minik parkurlarda dolaşarak ve Alaska’dan başlayıp burada biten Panamericana’nın sona erdiği yere giderek geçiriyoruz. Burası arabanın ulaştığı bir nokta olduğu için biraz turistik. Sakince geçen bir günün ardından herkesin fotoğraf çektirdiği noktada fotoğraf çektirip, Antarktika’ya 1.000 km kala artık güneyden kuzeye gidecek olmanın heyecanıyla parkta son gecemizi geçiriyoruz.

Sabahında çadırımızı toparlıyor, transformers çizgi filmi misali iki sırtçantası haline bürünüyor, otostopla bizi alan bir Pickupla Ushuaia’ya geri dönüyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder