2 Mayıs 2011

Francisky Bajo

Adayı şöyle bir dolaşıp, güzelliğine şaşırdık önce. Elips şeklindeki adanın bir boyutu 30 metreyken diğeri ortalama 50-60 metre boyunda. Ada sadece bembeyaz tertemiz kumla kaplı. Ortasında ise 3-5 cm boyunda ufacık otlar bitmiş. En yüksek noktası 3-4 metre yüksekliğinde ve her tarafı ayrı bir açı, ayrı bir güzel. Denizin rengi, güneşin rengine göre mavi ve yeşil arasında tercih yapıyor. Bir ucunda ise ahşaptan ufak bir kulübe var, surf malzemeleri kiralayan bir çiftin yaşadığını öğrendiğimiz. 

Biz de diğer ucuna yerleşiyor, çadırımızı, kapıları doğu-batı doğrultusunda kalacak şekilde kuruyoruz. Burası daha çok rüzgarlı, daha az sivrisinekli. Kafamızın üzerinden pelikanlar uçuyor kocaman gagaları, heybetli vücutlarıyla. Ana adada kalan ve teknelerle günü birlik gelen turistlerden 2 çift bu adayı tercih etmiş bugün. Tekneyle bırakılıyor, hemen şezlong ve şemsiye kuruluyor ve bira vs. dolu buzlukları ile günü burada geçirip akşam hotellerine geri götürülüyorlar ve biz adada yalnız kalıyoruz.

Tanıştığımız sörf kiralayan çiftle tanışıyoruz, çok tatlılar. 15 yıl önce buraya gelip, aşık oluyorlar (olmamak pek mümkün değil) ve yaptıkları kulübede sörf kiralayarak hayatlarını sürdürüyorlar. Ertesi sabah kahvaltıya davet ediliyoruz ve gece büyük adada kalacaklarını öğrenip, adada yalnız olacağımız haberiyle heyecanlanıyoruz.

Gecesinde getirdiğimiz sangria’lar içiliyor ve geceyi adada yüzerek, yürüyerek geçiriyoruz. İnanılmaz bir gece.

Ertesi sabah uyandığımızda denizin çadırımızın olduğu alana kadar gelmiş olduğunu fark ediyoruz. Gece çılgın da bir yağmur döküyor. Denizin ortasında minicik bir kumsalda olduğumuzu, aslında karayla alakamız olmadığını ve tepeden de su geldiğini düşünmek güldürüyor bizi.

Kahvaltıya, biz de yanımızdaki kurabiyelerle destek veriyor ve bu iki çılgınla arkadaş oluyoruz. Evlerinin zemini kum. Kolon niyetine dikilen odunlar, suyla beraber sürekli çöküyor ve 3-4 ayda bir evin tavanı 2 metreden aza düşünce, tekrar kaldırmaları gerekiyor. Yere düşen tüm pislikleri, gece ortaya çıkan kabuklu minik yengeçler temizliyor, temizlik dertleri de yok. Arada bir dalga geliyor ve dizimize kadar ıslanıyoruz masada.

Ama üzgünler: Evlerinin önündeki hindistan cevizi ağacı geçen sene devrilmiş, su yükseliyor, adalar zamanla batıyor diyorlar. İlk 10 yıllarında böyle bir problem yokken şimdilerde küresel ısınmanın sonuçlarını net yaşıyorlar.

Öğlen vakti bolca fotoğraf çekip, adaya gelen Fransız bir çiftle tanışıyoruz. Balayına gelmişler ve evet balayı için ideal bir yer. Türk olduğumuzu öğrenince önce herkes gibi şaşırıyor sonra merhaba diye karşılık veriyorlar. Meğer Datça’ya aşıkmışlar ve çok sefer gelmişler. Çadırda kaldığımızı duyunca tebrik ediyorlar ve akşam tekne ile otellerine dönerlerken termosumuzu yanlarındaki buzlarla dolduruyorlar. Bizse onlara el sallarken termosa rom dolduruyor ve tekneye doğru kadehimizi kaldırıyoruz. Sesleniyorlar: şerefe!

Bugün Selin’in doğumgünü ve masal gibi bir yerdeyiz. Gün batımını seyrediyor, Karayip denizinin ortasında buzlu Cuba Libre’mizi yudumluyoruz. Bir doğumgünü için inanılmaz bir gün daha geçiriyoruz. Partimize çadırda devam ederken hava bozuyor. Biraz da dışarıda devam edelim kararıyla dışarı çıktığımızda plajın sular altında kaldığını ve çadırımızı alıp götürmek üzere olduğunu fark ediyoruz. Çok büyük bir dalga geliyor. Birbirimize bakıyoruz ve panik halde Selin suyun dağılması için kumu elleriyle kazarken Arda bulduğu her birşeyle çadırın çevresine barikat kuruyor. Fakat farkediyoruz ki durum vahim, ada batıyor. Tüm elektronikleri bir poşete dolduran Selin zifiri karanlıkta adadaki diğer yaşayanların yanına gidiyor, Arda ise çadırın güvenliğinden sorumlu.

Selin geri döndüğünde 15 yıldır adada yaşayanların dahi panik olduğunu durumun çok tehlikeli gözüktüğünü ve hemen toparlanıp kulübeye gitmemiz gerektiğini söylüyor. Herşeyi apar topar sırtçantalarına tıkıp çadırın içindeki delici kesici şeyleri çıkarıp içinde eşyalarla rulo halinde sarıp sırtımız ellerimiz kollarımız dolu bir şekilde çılgın bir rüzgarda suların içinden diğer tarafa taşınıyoruz. Zar zor çadırı kurup partimize devam ediyoruz ancak hava durmuyor.

Sabah bizim çadırın olduğu minicik alan dışında adanın heryerinin sular altında olduğunu dehşet içinde görüyoruz, adada yaşayanlar ise çok üzgün ne yapacaklarını bilemiyorlar. Biz de bu acıyı onlarla paylaşıyoruz. Evlerini kurtarmak için yardım ediyoruz ve adadan o gün ayrılmamız gerektiği kararını veriyoruz. Onlar ise o adada yalnız kalacaklar ve tüm evi belki bir metre daha yüksek olan adanın başka bir noktasına taşımak zorunda kalmış bir halde vedalaşıyoruz. İçimiz buruk.

Plajın kenarında geçen tüm sürat teknelerine zıplayarak bağırarak otostop çekiyoruz ve gayet şık bir tanesi ile el Gran Roque’ye (yerleşimi olan tek ada, 2000 kişi yaşıyor ve daha güvenli) gidiyoruz.
Arkamıza bakmak bizim için sabah insan uyandığında gece gördüğü o güzel rüyayı hatırlamak ve bir yandan da içinin burkulması gibi..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder