2 Mayıs 2011

Punta Arenas

Bu sabah artık bu insanı manyak eden rüzgara sahip şehirden çıkmak istiyorduk. Arda’nın annesinin doğumgünü olduğu için Şükriye teyzeyle yaptığımız telefon görüşmesi sonrasında şansımızın döndüğüne inançla tekrar yola çıktık. Bu sefer çok daha büyük bir motivasyonla geçen her arabaya yalvarırcasına bakarak ısrarla başparmağımızı gösterdik. 

Nihayet salaş görünümlü tatlı bir herif bizi çok iyi bir yere bırakabileceği iddiasıyla aldı. Yarım saatlik bir yoldan sonra nereye geldik? Bir gün önce tüm gün beklediğimiz aynı noktaya geri geldik. Çok güldük bu duruma. Lanetli mi lan burası? Düşüncesini kafamızdan atmaya çalışarak tekrar koyulduk otostopa. Yine 2-3 saat geçti, yine hiç bir şey yok. Artık yol kesercesine yapmaya başladığımız otostop sonunda, bu tarzımıza şaşıran belki de hiç almayacak olan bir aracın şaşkınlıkla durmasıyla sona erdi. Şöyle başladı konuşma: Ne oldu? Çoktur bekliyoruz lütfen bizi ilerideki herhangi bir noktaya atın. Sonradan fabrika sahibi olduğunu öğrendiğimiz adam, fabrikasının giriş yolu olduğu, giriş yolundan başka hiçbir şeyin olmadığı başka bi garip noktada bıraktı. Canımızı sıkmadık, olsun dedik kurtulduk o lanetli yerden.   

Derken 2 dakika geçmedi bir pikap geldi köşeye. Gülümsedi, davet etti ve bizi aslında oraya kadar gitmeyecekken Arjantin sınır kapısına kadar bıraktı. Burada burayı önceden tanıdığımız için hemen bekleme odasına gittik, çorba pişirdik, ısındık ve dışarıda bir taraftan satranç oynayarak pasaport kontrolünden çıkan kişilere kartonumuzu gösterdik: HASTA LA FRONTERA (sınıra kadar). Bu bizim için önemli bir yazı çünkü insanlar sınırı bir otostopçu ile geçmeyi tercih etmiyorlar. Sadece sınıra kadar bırakacak olmaları biraz daha güvenli yaklaşmalarını sağlıyor.

Hayatında hiç otostopçu almadığı belli olan bir çift yazının ne anlama geldiğini bizim ne yaptığımızı anlamaya çalışırken bizimle konuşmaya başlıyor ve kabul ediyor Şili kapısına kadar bizi götürmeyi. Kıtanın en güneyi Arjantin’in fakat buraya geçmek için Şili’den geçmek zorundasınız. Şili ise son yerleşim biriminden Arjantin sınırına kadar olan 120 kilometrelik yolu kendisi için önemli olmadığı ve Arjantinlilere kıllık yapmak istediği için asfaltlamamış, yol çok bol çukurlu ve mıcırlı. Gelirken kamyonla 6 saatte geçtik, indiğimizde darmadağındık. Bu nedenle, buradaki pasaport kontrolü esnasında pikabı olan bu çiftin bizi Macellan boğazına kadar bırakma teklifini büyük bir minnetle kabul ettik. 

Onlarda 3 haftalık yıllık izinlerinin ilk günündelerdi. Keyifleri yerindeydi. Macellan boğazını geçmek için feribotu bekleyen araçlara Punta Arenas’a gidiyorlarsa bizi atabilirler mi diye sorduk. Ve pek bir artist görünümlü normalde otostopçu almayacak iki genç bizi almayı kabul etti. Macellan boğazından karşı kıyıya geçince bir pikaptan diğerine bindik ve iki saatlik gayet hızlı bir yolculukla akşam vakti Punta Arenas’a bize önceden önerdikleri Hostel Independencia’ya vardık. Tatlı bir ev ve küçük bahçesine kurulu çadırlardan oluşan burası, yolculuğumuzun en tatlı hosteli oldu.

Punta Arenas’da 5 gün kaldık. Bunlardan birinde gezilecek en önemli yerlerinden sayılan mezarlığına gidince ve hayal kırıklığına uğrayınca 4-5 gün bu güzel hostelin acayip tatlı sahipleriyle takıldık. Merluza isimli löp etli bu bölgenin balığından aldık, gayet başarılı bir şekilde pişirdik ve Şili şarabıyla kendimize ziyafetler verdik.

Ve bir gün geçirdik ki yolculuğumuza da, bundan sonraki psikolojimize damgasını vurdu. Penguen görmek yolculuğun başından beri heyecanla beklediğimiz bir olaydı. Ve Punta Arenas’ın, Macellan penguenlerinin Brezilya’dan çıktıkları yolun sonunda vardıkları ve yumurtalarını korudukları bir adaya sahip olduğunu ve bulunduğumuz anın ziyaret için en iyi döneme geliyor olduğunun heyecanıyla tur şirketlerini gezdik. Amacımız en azından sandalla da olsa kısmen yakından penguen görebilmekti.

Satın aldığımız tur için akşam 5de limana gittik. Önceki gün salata için marul sanıp aldığımız lahana, havuç, haşlanmış patates, soğan, brokoli, domates, zeytin yağı ve baharatlarla yaptığımız çok lezzetli salatamızı 2 liraya aldığımız litrelik Corona’lar eşliğinde bir saatlik bir tekne yolculuğunun ardından adaya karşımızda bulduk. Ada uzaktan küçük küçük ağaçlıklı, kayalık 500 metre çapında bir ada olarak gözüküyordu. Yaklaştıkça kıyılarda penguenler gördüğümüzü düşündük. Ancak daha da yaklaşınca penguen sandıklarımızın kaya, ağaç sandıklarımızınsa penguen olduklarını, adanın sadece tıklım tıklım penguenle dolu olduğunu fark edip ufak bir delirme yaşadık. Avaz avaz sesleri çok uzaktan dahi duyulabiliyordu. Tekne adaya yaklaştı ve adanın neredeyse ortasından geçen bir patikadan yürüyerek tüm adayı dolaştık. Penguenler dört bir tarafımızda dibimizdelerdi. Değsek değebilirdik. Baktık, bir şekilde iletişim bile kurduk.

Aslında insanlar gibi yaşıyorlar. Çift çift, kazdıkları çukurun başında, kimi zaman birbirlerine yaslanarak, kimi zaman birbirleriyle konuşarak, kimi zaman birbirleriyle bağrışarak genelde sessiz, uzaklara bakarak, ayakta uyuklayarak, parlak ve beyaz tüyleriyle dolu göğüsleri gergin, sanki çok bir düşünceli takılıyorlar. Yürüdükleri zaman kaypak kaypak, bağırdıkları zaman güçlü, dizimizin biraz üstünde kalan boylarıyla çok çok çok ilgi çekici hayvanlar. Arda bir tanesiyle yakın arkadaş oldu desek yanlış olmaz. Bir süre dip dibe bakıştılar, sonra birbirlerine ciyakladılar, sonrasında ise Arda sağa eğildiğinde arkadaşı da sağa, sola eğildiğinde sola eğilerek konuştular diyebiliriz. Bir ada dolusu penguen görmek ve onların her senenin o döneminde o adada o şekilde var olacaklarını yaşayacaklarını bundan sonra düşünebilecek olmak bizim içimizde yok olmaz bir huzur yarattı. Hava kararırken büyük bir hüzün ama daha büyük bir huzurla ayrıldığımız adaya uzaklaştıkça gözlerimizle el salladık. Bu ada koruma altında olan, kimsenin yaşamadığı, kalmadığı çok özel bir ada, en azından penguenler ve onları orada ziyaret edebilen bizler için, ve bilen bilir Arda’nın bunca yıllık penguen görme özlemi böylece çok güzel bir sonla bitmiş oldu.

Penguen konusu kısaca böyle çünkü anlat anlat bitiremeyeceğimiz bir konu. Çok seviyoruz penguenleri.
Punta Arenas’da bir hallettiğimiz iş de Torres del Paine milli parkına gitmeden önce son malzeme ihtiyacımızı gidermek oldu. Şili’de hayat daha çok Santiago civarında geçtiğinden (nüfusun 80% i Santiago ve civarında yaşıyor)  kuzeyinde bulunan çöl ve güneyinde bulunan buzul bölgesine devlet bir avantaj yaratmak istemiş, ve birer duty free (vergisiz alışveriş alanı) kurmuş.

Biz de buradan kendimize şunları aldık:
-          1.5 litrelik termos; eskisini Kolombiya’da kaybetmiştik ve bu yol termossuz zor.
-          2 adet mat; önceki şişirmelileri bisiklet yamalarıyla tamir etmekten bıkmıştık, ve ağırlardı
-          Selin’e rüzgar korumalı pantolon; önceki pantolonu artık param parça olmuştu diyebiliriz
-          Zeytinyağı; çok özlemiştik ve ucuzdu
-          10 inçlik Samsung netbook; önceki bilgisayarımızın önce bir rami sonra klavyesi sonrasında harddiski (bad sector) sonrasında da wireless modemi bozuldu. Aslında buraya USB modem almaya gelmiştik. Yeni modemi denerken Windows da dükkanın içinde çökünce ve fiyatı da uygun bulunca almayı uygun gördük.  (Selin’in annesi Aytül Teyzeye teşekkür ederiz.) Bu sayede bunları okuyabiliyorsunuz. 

Beş günün ardından Torres del Paine’ye gitmek üzere Puerto Natales’e yollara düştük.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder